YEŞİLİN ÇAĞRISI

ANADOLU’NUN BOZKIR BİLGESİ: HİKMET BİRAND

YEŞİL AŞKINI VE YEŞİLİN ÇAĞRISINI, Prof Dr Tuna Ekim’in deyimiyle, “Türkiye’de doğa koruma fikrini ilk ortaya atanlardan” Prof Dr. Hikmet Birand’dan dinlemeyeceğiz de, kimden dinleyeceğiz? “Bu fikir 1950’li yıllarda dünyanın gelişmiş ülkelerinde bile daha yeni tartışılırken ülkemizde bir avuç ormancı, ziraatçı ve nihayet o yılların en deneyimli, ileri görüşlü botanikçisi Prof. Birand, ülkemizde doğa koruma bayrağını açan öncülerden olmuşlardır”, diyor Ekim, Birand’ın Anadolu Manzaraları kitabına yazdığı Sunuş’ta: “Yaşamında insanlarla pek ilgilenmez görünse bile, yazdıklarından iyi bir gözlemci olduğunu anlıyoruz. Seyahat ederken kaçımız düşünür ki yol kenarında sigarasını tüttüren dertli çoban “bozkırın moral kahramanı, bilge kişidir, büyükler zenginler hep ondan akıl danışır.” Hocanın Alıç Ağacı ile Sohbetler kitabını okuduysanız, onun doğa aşığı olduğunu artık anlamışsınızdır. Yalnız bitkileri değil, doğadaki herşeyi sever, inceler ve ne olduklarını anlamaya çalışır. Kırkikindi yağmurlarını, bunları doğaya çeşitli etkilerini böyle akıcı bir üslupla anlatan kaç kişi biliyorsunuz? Doğa düğünlerinin nasıl olduğunu “Ankara Çiğdemi”ni okuyunca anlarsınız. ” Böyle diyor Prof Dr Tuna Ekim, aynı Sunuş’ta.

Sizlerle burada, Prof Dr Hikmet Birand’ın iki metnini sizlerle paylaşıyoruz:

Kırkikindiler“, bir bozkır olarak Ankara çevresinin doğasını anlatıyor, müthiş şiirsel bir dille.

 

Ankara Çiğdemi” ise, o güzel endemik çiçeğin bir güzellemesi.

Paylaşımımız, 1957 yılında ilk yazımlarından 40 yılı aşkın bir süre sonra TÜBİTAK tarafından yeniden 1999’da yayınlanan kitabın sayfaları üzerinden… Çünkü her iki öyküye de eşlik eden çizimleri görmenizi istiyoruz; bu çizimler, Cumhuriyet’in ilk kuşağından ressam ve eğitimciler tarafından yapıldığı için, duyarlıkları çok benzer olduğu için, yazıların ritmine çok uydukları için onları da göresiniz istedik: Refik Epikman, Arif Kaptan, Beylan – Nejat Diyarbakırlı…

Hoca’nın metinlerini, Atatürk Orman Çiftliği’nin Ankara ve İç Anadolu bölgesi için ifade ettiği bağlamla ve bütünlükle birlikte okumanızı tavsiye ediyoruz. Düşünmenizi tavsiye ediyoruz: Bir ağaç grubu ne zaman “koruluk” olur; koruluklar ne zaman “orman” adını hakeder ve kazanırlar? Yüzyılların kültürünün arkasında, bu kültürü yaratan ve sorduğumuz soruları yadırgamayacak bireylerden oluşan bir halkın olduğunu biliyor; gereğinin yapılmasını istiyoruz. AC


“ORMAN” NİTEMİNİN ANLAMINI ÖĞRENMEK

Yazın dünyasında ‘orman’ sözcüğünün tanımı pek çok kez yapılmış, ‘orman’ın neliği ve betimlenmesi üzeine pek çok yazar ve sanatçı mükemmel örenkler vermişlerdir. Atatürk Orman Çiftliği özelinde, hem ‘orman’ ve hem de ‘çiftlik’ sözcüğünü yeniden tanımlamak zorundayız diye düşünüyoruz. Sözcüklerin varettiği gerçeklik, yeni bir gerçeklik değil, anlatmak istediğimiz nesnel karşığın arayışı ve tartışmalarıyla doludur. Ursula K. Le Guin gibi 20. yüzyılın şaşırtıcı ve bir o kadar da ‘gelecek okuyan’ yazarından aşağıdaki alıntılar, 21. yüzyılın ekolojik kaygılar ve küresel ısınma korkularını önceden gören, ama gerçek ‘orman’ı yaşayan duyarıl bir sanatçının sözcüklerinden kimilerini yansıtıyor. AC  

“DÜNYAYA ORMAN DENİR”

“PAS VE GÜNBATIMININ tüm renkleri, kahve-kırmızılar, soluk yeşiller, uzun yapraklarda rüzgar eserken durmaksızın değiştiler. Kalın ve kabartma çizgili bakır rengi söğüt kökleri, akan suyun içinde yosun yeşiliydi; çok sayıda yumuşak anafor, kaya ve köklerle, sarkan vegümüş yapraklarla çevrelenen su, arada bir duraklar gibi görünüyor, rüzgar gbi yavaşça hareket ediyordu. Hiçbir yön açık, hiçbir ışk kesintisiz değildi ormanda. Yaprakla dal, ağaç gövdesiyle kök, gölgeli ve karmaşık olan, rüzgarı, suyu, güneş ışığını, yıldız ışığını hep bölüyordu. Dalların altından, ağaç gövdelerinin çevresinden, köklerin üzerinden küçük patikalar geçiyordu; bunlar düz uzamıyor, her engele yol veriyor, sinirler gibi her yöne sapıyorlardı. Yer kuru ve sert değil, daha çok canlıların, yapraklarla ağaçların uzun ve özümlenmiş ölümüyle birleşmesinin sonucu nemli ve baharsıydı; bu zengin mezarlıkta otuz metrelik ağaçlar ve çapı bir santim olan minik yuvarlak mantarlar yetişiyordu. Havanın kokusu ince, değişik ve tatlıydı. Görüş hiçbir zaman açık değildi, yıldızları sadece dalların aarsından yukarı baktığınızda görürdünüz. Hiçbir şey saf, kuru, sıcaktan çatlamış, çıplak değildi. Aydınlanma eksikti. Herşeyi bir anda görmek diye birşey yoktu: Kesinlik yoktu. Pas ve günbatımı renkleri bakır renkli söğütlerin sarkan yapraklarında sürekli değişiyordu, söğüt yapraklarının kahverengimsi kırmızı mı, kırmızımsı yeşil mi yoksa yeşil mi olduğunu bile söyleyemezdiniz.” s. 25

“Ovanın ağaçları, merkez’den itibaren on mil boyunca kesilmiş ve yerde kalan kökler tamamen çürümüştü; şu anda geniş, biteviye bir yabani fiberotu düzlüğüydü, yağmur altında tüylü bir grilik. O tüylü yaprakların altında çalı fideleri, sumaklar, toz ağacı fidanları ve büyüdüğünde ağaç fidelerini koruyacak olan ateş çiçeği türleri gelişmeye başlamıştı. Kendi haline bırakıldığında, bölgenin bu yağmurlu iklimde bile tekrar ormanlaşması otuz yıl, gerçek orman haline gelmesi de yüz yıl alırdı. Kendi haline bırakılırsa.

Orman aniden tekrar başladı, mekanda, zamanda değil: Helikopterin altında yaprakların sonsuz çeşitlilikteki yeşili Kuzey Sornol tepelerinin monoton tümsek ve kıvrımlarını örttü.” s 72-73

Ursula K. Le Guin (1972; 1998, 2010) Dünyaya Orman Denir, türkçesi Özlem Dinçkal, Metis Yayınları, İstanbul.