DAVALAR VE RİSKLER

HUKUK VE AHLAK KURALLARI AÇISINDAN ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ*

 

 

GİRİŞ

AOÇ’NİN KURULUŞUNUN VE YAĞMALANIŞININ ÖYKÜSÜ

RUŞEN KELEŞ

AÇIK VE YEŞİL ALANLAR, KENTBİLİMCİLERİN GÖZÜNDE KENTLERİN AKCİĞERLERİDİR. İnsanın kentiyle birlikte soluk almasına fırsat veren açıkalanlara Batı’nın önem vermesi bundandır. Kentlerin imar planlarıyla, hem varolan yeşil alanları korumaya, onları sanayileşme ve kentleşmenin yıkıcı etkilerinden kurtarmaya, hem de onlara yenilerini katmaya bu nedenle özel önem verilir. Kentbilimdeki “yeşil kuşak” (green belt) ve “bahçekent” (garden city) gibi kavramlar, insanın kent için değil, kentin insan için varolması gerektiği anlayışını yansıtan çağdaşdüşüncelerin ürünüdür.

Günümüzün az gelişmiş ülkeleri, ne yazık ki, kentlerini, çağdaş değerleri gereği gibi yansıtan, kentleşmede insanı ve toplumun uzun dönemli çıkarlarını ön planda tutan bir anlayışa sahip olmak gereğini henüz kavramış görünmüyorlar. Birçoğunun kentlerinde, 21. Yüzyılın başlarında dahi, Batı’nın 19. yüzyılda bile tanık olmadığı kent ve çevre yıkıcılığının akıl almaz önekleri yaşanıyor. Her alanda olduğu gibi, kent toprağında da, ona sahip olmanın sınırsız bir özgürlük bahşettiği anlayışı, kentleri bencillik ve çıkarcılığın biçimlendirmesine yol açıyor.

Akıl çağının bütün toplumlar için sağladığı önemli bir kılavuz başkalarının deneyimlerinden ders almaktır. Kalkınmanın ve kentleşmenin maliyetini azaltabilmek için, bu ülkelerin elinde bulunan en değerli fırsat, başka ülkelerin geçmişte işledikleri hataları görmüş olmalarıdır.

Ankara’yı başkent yapma kararının ardında, Cumhuriyeti kuranların her alanda çağdaşlaşma özlemleri yatıyordu. Çağdaşlaşmayı, dinin ve dindarlığın değil, bilimin ve ussallığın gereklerine her zaman bağlı kalmak biçiminde algılayan Atatürk ve arkadaşları, bu dünya görüşlerini, başta Ankara olmak üzere, kentlerin planlı, düzenli ve sağlıklı gelişmesine de egemen kılmak istediler. İşe, insanların kılık kıyafetinden, kentlerin temizlik ve güzelliğinden başlamış olmaları boşuna değildir. Bu tavırlarını yadırgayanlar olmuştur. Nasıl fesin yerine şapkayı koymakta, kafaların içinde, düşüncede ve dünya görüşünde devrim yapmanın ön koşulunu görmüşse, kentleri çağdaşlaştırmayı da, toplumu çağdaşlaştırmanın başlangıcı olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla, Atatürk’ün, ilk bakışta biçimsel çabalar olmaktan ötede bir anlamı yokmuş gibi görünen kimi çabaları, gerçekleştirmek istediği devrimin özüyle doğrudan doğruya ilgili adımlardır [1].

Atatürk’ün öngördüğü kentsel yaşam, bütün bireylerin insan haklarının tümünden özgürce yararlandıkları ve özdeksel (maddi) ve tinsel (manevi) kişilik ve değerlerini rahatça geliştirebildikleri bir uygar kent yaşamıydı. Gerçekten, Ankara’nın başkent yapılması, yeşil alanların genişletilmesi, kent topraklarının iyeliğinin kamu denetimi altına alınması, günümüzde gelişmekte olan ülkelerin özenle sahip çıkmaları gereken çok önemli Kentbilim ilkeleridir. Yeryüzünde çok az sayıda başkent, Ankara gibi, yönetimin ve önderlerin dünya görüşleri ve ideolojileriyle bu ölçüde açık bir özdeşleşme içinde olmuştur.

Atatürk’ün Ankara’yı çağdaş bir anakent olarak görme özlemi, kenti olabildiğince yeşillendirmekle hemen hemen özdeşleşmiştir. Ankara imar planında bu ilginin sayısız örnekleri vardır: Gençlik Parkı, Hipodrom, Ziraat Fakültesi Yerleşkesi ve Atatürk Orman Çiftliği bu yakın ilginin ürünleridir.

11 Haziran 1937’de, özel çiftliklerini Hazine’ye, taşınmaz mallarının bir bölümünü de Ankara Belediyesi’ne bırakmış, böylece, bunların, gelecekte de yeşil alan olarak korunmasını ve bakımını güvence altına almak istemiştir. Zamanın Başbakanı’na o tarihte yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Çiftliklerin yararına dikkati çekmeye değer. Toprağın planlanması ve geliştirilmesi, çevrenin güzelleştirilmesi, eğlenme ve dinlenme amaçlarıyla halka açık alanların sağlanması bunlar arasındadır”.

Atatürk’ün bütün isteklerine karşın, yakın zamanlara değin, Ankara’da aktif yeşil alan kişi başına 2 metrekareyi geçmiyordu. Viyana kentinin toplam alanının % 50’den çoğunun yeşil alanlardan oluştuğunu bilmeyen yoktur. Ünlü ekonomist Benjamin Higgins, 1960’ların başında yazdığı bir makalede, Avustralya’nın yeni başkenti Canberra’nın, bir bahçe-kent (garden city) değil, fakat “kentsiz bir bahçe” olduğunu vurgularken, kentin tümünün yeşil alanlardan oluştuğuna dikkat çekmiş oluyordu. “Berlin’de 3 milyon insanın yanı sıra 14 milyon ağacın yaşamakta olduğu”, çağdaş batının yeşile bakışını anlatmak üzere verilen örneklerden biridir [2].

Önemi nedeniyle, Çiftlik’teki taşınmaz malların gerçek ve tüzel kişilere devir ve temlik edilebilmesi özel yasalarla izin alınmasına bağlı kılınmıştır. Buna karşın, AOÇ’nin kimi bölümleri zamanla özgün kullanım biçiminden çıkarılarak konut, ticaret ve hizmet etkinliklerine ayrılmıştır. 1938’de 3308 sayılı yasayla Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu’na bağlanan AOÇ topraklarından Yönetim Kurulu kararlarıyla satış yapılmasını önlemek için, 1950’de 5659 sayılı yasa çıkarılmıştır. Buna göre, Çiftlik arazisinden gerçek ve tüzel kişilere devir ve temlik işlemleriyle kamulaştırmalar özel yasa çıkarılmasını gerektiriyordu.

Özellikle Demokrat Parti iktidarı döneminde, 6000 ve 6238 sayılı yasalarla Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na, çimento sanayi tesislerine, kömür depolarına, fabrikalara, spor tesislerine ve konut kooperatiflerine toprak satışları yapılmıştır.

Bu eğilim 1960’larda, 70’lerde,  80’lerde, 90’larda da sürdü. Bugünlerde ise dayanılmaz boyutlara ulaştı. 1970’lerde, Tarım Bakanlığı’nca Ankara Belediyesi’ne, hal yeri için arazi (167 hektar) satışına ilişkin yasanın Cumhurbaşkanı’nca veto edilmesi üzerine, hemen iki yıl sonra (1976) 2015 sayılı yasayla bu istek gerçekleştirildi. “Kemalist” görünümlü askeri müdahale dönemlerinde bile AOÇ korunamadı. 1980’lerin başında, Nurettin Ersin orduevi yapılması için Milli Savunma Bakanlığı’na verilmek üzere Çiftlik’ten 747 metrekarelik arazi alınmasına ilişkin bir öneri yaptıysa da tepkiler üzerine önerisini geri çekti. Ama, 1981’de, 2549 sayılı Devlet Mezarlıkları Yasasıyla 150 hektardan daha büyük bir alan söz konusu Bakanlığa satıldı. 1983’te de yine ayni Bakanlığa 2823 sayılı yasayla satışlar yapıldı. Bunları, üniversitelere, hastanelere, otogarlara, karayollarına ve kooperatiflere yapılan satışların izlediğini görmekteyiz.

Sayılarla anlatmak gerekirse, şöyle bir tablo karşısında olduğumuz açıkça görülür:

YILLAR                   ELDEN ÇIKARILAN ALAN (Dekar)

1938-1945……………………………5.250

1950-1960…………………………..11.153

1960-1976…………………………… 1.145

1981-1993…………………………..50.561

Toplam……………………………….68.109

AOÇ’nin bugünkü duruma gelmesi sürecinde karşı karşıya olduğu asıl tehditlerin, devletin kendi kurum ve kuruluşlarından geldiği herkesçe kabul edilmektedir [3]. Bu kurumların başında Tarım ve Orman Bakanlıkları yer almaktadır. Yöntem olarak,  AOÇ’nin toprak kaybı,

a) ya özel yasalarla devir ve satış yapılmasına izin verilerek; ya;

b) kar ortaklığı ve yap-işlet-devret gibi neo-liberal yöntemlerle; ya

c) kiralama yoluyla, ya da

d) herhangi bir protokole dayanmaksızın, yasalara aykırı olarak

gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilmektedir. İlk grupta yer alanlara, yıllara göre, 6238 (1954), 6947 (1957), 7310 (1959), 2015 (1976), 2549 (1981) ve 2823 (1983), 4046 (1994) sayılı yasalar örnek olarak gösterilebilir. Bu yöntemle, yalnız 1939-1983 tarihleri arasını kapsayan 44 yılda, 22 bin dekar arazi Çiftlik’ten koparılmıştır. İkinci gruptaki uygulamaların en çarpıcı örneği, Ankara Şehirlerarası Otobüs İşletmesi için Çiftlik arazisinden yer ayrılmasıdır. Son grupta yer alan yasa dışı uygulamanın en önemli örneklerinden biriyse, bir siyasal partinin genel başkanı için Çiftlik toprağı içinde mezar yeri yapılmasıdır. Bu işlemin, 5659 sayılı yasanın 9 ve 10. maddelerine göre “suç” oluşturan bir eylem olduğu görüşüne katılmamak olanağı yoktur [4].

Son olarak, 2006 yılında, 5524 sayılı yasayla, AOÇ, sınırlı bir biçimde Ankara Anakent Belediyesi’nin kullanımına açılmıştır. Bu yasanın verdiği yetkiye dayanarak, Ankara Anakent Belediyesi’nce hazırlanan Koruma (?) Amaçlı Nazım İmar Planı (1/10.000 ölçekli) ile AOÇ, bütün arazileri Belediyenin etkinliklerine terk edilerek, neredeyse yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştır [5]. 1992’de (2436) “sit alanı”, 1998’de (5742) ise, “1. derecede doğal sit alanı” olarak belirlenen AOÇ’nin bu niteliği, 2011 yılında değiştirilerek, “3. derecede doğal sit” düzeyine indirilmiştir. Doğal sit niteliğiyle ilgili değişiklik kararının yargıya taşınmış olduğunu biliyoruz.  Kuşkusuz yapılaşma açısından belli adımların atılabilmesine bir hazırlık anlamına geldiği için bu girişim önem taşımaktadır. Sözde koruma amaçlı nazım imar planına ilişkin kararın yürütmesi 2008 yılında durdurulduğu halde, 2011 yılında, 661 sayılı Yasa Gücünde Kararnameyle (m.21), 2015 sayılı yasaya şöyle bir ekleme yapıldı: “Ancak, adalet hizmetlerinde veya Bakanlar Kurulu’nca belirlenecek diğer kamu hizmetlerinde kullanılması amacıyla bu arazinin tamamı ya da bir kısmı, ilgili kamu idaresine tahsis edilmek üzere bedelsiz olarak Hazine’ye devredilebilir”.

Bu konudaki en son gelişmeye ise, Nisan 2012’de tanık olduk. Şöyle ki, Bakanlar Kurulu, 16 Nisan 2012 tarihinde aldığı bir kararla, Atatürk Orman Çiftliği sınırları içinde bulunan Orman Genel Müdürlüğü’nün kullanımındaki Gazi Yerleşkesi arazisini, Başbakanlık Hizmet Binası yapımı amacıyla, 5393 sayılı Belediye Yasasının 73. maddesinin verdiği yetkiyle “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı” olarak ilan etmiştir. (R.G. 27 Nisan 2012, Sayı: 28276).

Bundan böyle atılması tasarlanan adımlar bir yana bırakılırsa, Çiftlik arazisinden bugüne değin yapılan devir, temlik ve satışlar sonucunda elden çıkarılan arazi, AOÇ’nin toplam taşımaz mal varlığı olan 102.000 dekardan düşüldüğünde, geriye 33.891 dekarlık bir alan kalmaktadır ki, bu toplamın üçte birinden azdır (% 33.2).

Bu gelişmeyi, “Atatürk sevgisiyle” bağdaştırmak olanaksızdır. Bu bağlamda, “Atatürk sevgisizliğinden” de ötede, bir “Atatürk düşmanlığından” söz edilmesi abartma olmayacaktır. Ülkemizde de, tersine dönmüş bir değerler düzeni karşısında bulunduğumuz açıktır. Kamu malı üzerinden varsıllaşma, günümüzün geçerli davranış kalıplarından biri olmuştur. Devlet elindeki taşınmaz malların “kamunun sırtında bir yük olduğu”, “satılarak ekonomiye kazandırılması” gerektiği gibi yeni söylemlerden, AOÇ de payına düşeni almaktadır.

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi, Çankaya Belediyesi ve Koleksiyoncular Derneği’nce 2008 yılında bir sergi vesilesiyle Atatürk Orman Çiftliği adıyla yayımlanan bir kitapta, AOÇ’e karşı yürütülen “yağma ve talan düzeninin”, Cumhuriyet devrimlerine karşı yürütülen saldırıdan ayrı olarak düşünülemeyeceği, geleneksel değerlerimiz arasında “emanetin kutsal olduğu”, emanete “hıyanet edilmemesi gerektiği görüşlerine yer verilmiştir [6].

Geçmişte (1980’ler), Kemalist Atılım Birliği adlı dernekle AOÇ yöneticileri mahkemelik olmuşlardır. Kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri, dernekler, vakıflar ve benzeri sivil örgütlerin ulusun değerlerine sahip çıkmaya çalışmalarında büyük yarar vardır. Ama, yasama, yürütme ve yargı gibi devlet aygıtının temel öğelerini oluşturan kurumlar üstlerine düşeni yapmayı savsakladıkları takdirde, sorun yalnız sivil örgütlerin ve meslek kuruluşlarının başa çıkamayacakları kadar ciddi boyutlara ulaşır. Ve şimdiden ulaşmıştır bile. Ama unutmamalıyız ki, devlet aygıtını oluşturan güçlerin de siyasal bilinç ve kültür düzeyleri, toplum yararı anlayışları, dünya görüşleri ve bağlı oldukları sınıfların çıkarlarının bu sonuçta önemli payı vardır. Toplum yararının yanı sıra, hukukun üstünlüğü ilkesine duyulan saygıda da bir erozyonla karşı karşıya olduğumuz dikkat çekmektedir.

Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluş amaçları, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, çiftliklerle ilgili vasiyetinde yer almaktadır. Tarımsal uygulamalar gerçekleştirmek, ekoloji ile uyumlu tarımsal üretimi ve tarıma dayalı sanayii geliştirmek,  AOÇ’nin bütün gelirlerini yatırıma dönüştürmek, iç ve dış pazarların istemlerine uygun üretim modelleri geliştirmek, üreticilerin örgütlenmesi için örnek oluşturabilecek uygulamalar yapmak, arazi iyileştirmesine ve düzenlemesine önem vermek, sağlıklı bir kentsel çevre yaratmak, gıda güvenliği için model oluşturmak, tarımsal ve kırsal kalkınmaya katkıda bulunmak bu amaçlar arasında özellikle dikkat çekenlerdir [7].

HUKUK KURALLARI ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİNİ KORUMAYA YETERLİ DEĞİL Mİ?

AOÇ arazisinde Çiftliği özgün amacından uzaklaştırarak çeşitli etkinliklere ve yapılaşmaya olanak sağlanırken, ge-nellikle, gerçekleştirilmek istenen yasa kurallarına biçimsel olarak uydurulmuş olduğundan söz edilse bile, hukuk kurallarına biçimsel olarak uygunluğun, yani yasallığın (legality) hiçbir zaman “meşruiyet” (legitimacy) adı verilen, kamu vicdanında rahatlık ve huzur sağlayan, adalet duygularına ve ahlaki anlayışlara ters düşmeyen bir sorumlulukla örtüşmekte olduğundan söz edilemez. Bu nedenle, AOÇ ile ilgili her yasal işlemin, amaç yönünden ussal ya da savunulabilir olup olmadığının sorgulanması onun meşruiyetinin ön koşulu olarak anlaşılmalıdır.

Atatürk Orman Çiftliği, Atatürk’ün özel yaşamı ile özdeş sayılması gereken bir değerler bütününü simgeler. Çiftlik sınırları içinde bulunan Atatürk Evi, İstasyon Binası, Saat Kulesi ve eki Marmara Köşkü gibi yapılar, yakın tarihimizin belli bir dönemini simgeleyen önemli yapılardır. AOÇ ayrıca, tarımsal üretim ve denemeler, tarımsal sanayi ve kentsel rekreasyon işlevleri yönünden de Ankara’nın tarihsel, kültürel ve doğal kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kanımca, başta Anayasa olmak üzere, korumaya ilişkin yasalarımız, bu tür değerlerin gereği gibi korunması için yeterli kuralları içermektedir. Anayasa’nın 63. maddesi aynen şöyledir: “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır”.

AOÇ’nin başına gelenler, Anayasamızın toprak mülkiyeti ile ilgili 44. ve 45. maddeleriyle ile de bağdaştırılamaz. Çünkü,  Anayasa, bu maddeleriyle, devlete, “toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek”, “tarım arazileriyle çayır ve mer’aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak” ödevini vermiştir. Adından da anlaşıldığı üzere, Atatürk Orman Çiftliği orman niteliğine sahip bir doğal değerdir. Dolayısıyla, Anayasa’nın ormanların korunmasıyla ilgili 169. maddesiyle devlete verilen görevin gereklerinden Çiftlik arazisinin de yararlandırılması gerekir. Sözü edilen madde, “Devlet ormanların korunması ve alanlarının genişletilmesi için gerekli yasaları koyar ve önlemleri alır” diyor. Bu maddede, dikkat edilirse, devlete, yeşil alanları ve ormanları daraltmak, yok etmek gibi bir görev verilmiş olmadığı görülür. Böylelsine ters bir anlayış, ne yazık ki, 2007 Bütçe Sunuş konuşmasını yapan, dönemin Orman Bakanı’nca dile getirilmiştir: Sözleri aynen şöyle: “Ormancılık politikamızın hedefi, devlet ormancılığından millet ormancılığına geçmektir”.

Öte yandan, 2006 yılında yürürlüğe giren ve bardağı taşıran son damla olarak nitelendirilebilecek olan 5524 sayılı yasa, Türkiye’nin 2003 yılında onaylayarak (4881 sayılı yasa) taraf olduğu 2000 tarihli Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nin 5. maddesine de aykırılıklar taşıyor. Söz konusu maddede, “Taraf devletler, peyzajı, bölge ve kent planlama politikalarına ve ayni zamanda peyzaj üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak etkisi olabilecek diğer politikalarıyla bütünleştirmek yükümlülüğü altındadırlar” denilmektedir. AOÇ’ye reva görülen işlemler, peyzajın korunması ve kentin planlanmasında temel bir veri olarak ele alınmasını gerektiren kurala ters düşmektedir. Peyzajın da içinde yer aldığı “çevre” üzerinde insanların temel bir hakka sahip bulunduğu tüm uluslararası hukuk belgelerinde yer almış olduğuna göre, Anayasa’nın 90. maddesi gereğince, 5524 sayılı Yasanın, Avrupa Peyzaj Sözleşmesi karşısında geçersiz sayılması gerekmektedir.

AOÇ’yi özgün amacından saptıranlar, değerli hukukçu Güven Dinçer’in haklı olarak eleştiri konusu yaptığı üzere, bir hukuk kuralını daha çiğnemekte sakınca görmemişlerdir. Anayasa’nın mülkiyet hakkına ilişkin 35. maddesi, bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceğini, herkesin, kendi malının geleceğini serbestçe belirleyebileceğini göstermektedir. Özel Hukuk’ta da, birey eğer taşınmaz malının gelecekteki kullanım biçimini bir bağış senediyle belirlemişse, Hazine ve Devlet o taşınmaz malın bu niteliğini bozacak biçimde tasarrufta bulunamazlar [8]. 5524 sayılı yasayla, AOÇ ve Ankara Anakent Belediyesi ararsında yapılacak bir protokolle Belediye lehine “intifa” (yararlanma) hakkı oluşturulması da, Anayasa’nın mülkiyet hakkıyla ilgili kuralına aykırıdır. Ayrıca, Belediye’ye bedelsiz yararlanma hakkı bahşedilmesi, Anayasa’nın 46. maddesiyle de çelişmektedir.

Değerli hukukçumuz Dinçer, AOÇ arazisinin koruma amaçlı planlarla kullanımının değiştirilmesi, Çiftlik arazisine daha önce yapılmış fiili tecavüzler sonucunda oluşan olupbittilerin yasallaştırılması, yol, meydan, alt ve üst geçit, raylı toplu taşım araçlarına ait yollar, yer altı geçitleri ve dere islahı gibi gerekçelerle Belediye lehine yararlanma hakkı oluşturulması, Belediyeye sınırları ve alanı (ada, parsel büyüklükleri) belirsiz bir tasarruf yetkisi verilmesinin, bir hukuk devletinde yönetimin hukuk kurallarıyla bağlı olması ilkesiyle de bağdaşmaz bulduğunu belirtmektedir[9]. Oysa, bu yasayla, yönetime, yerel yönetime, “belirlenemeyen, ölçülemeyen, sınırsız bir toprak kullanma yetkisi” verilmek istendiği apaçıktır. Yasanın, yapılmasını öngördüğü planın adı, sanki “koruma” değil de “korumama”, “yapılaşmaya, ranta ve yağmaya açma planı”dır.

ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ’Nİ KORUMAK İÇİN AHLAK KURALLARINDAN YARARLANMA ŞANSIMIZ YOK MU?

İnsanların kültürel ve doğal çevreleriyle, ekosistemle olan ilişkilerindeki davranışları ve bu davranışların oluşumuna etki yapan etmenler, son otuz kırk yıldan bu yana, Çevre Hukuku’nun yanı sıra, Çevre Etiği adı altında bir bilim dalının da önemle ele aldığı konular arasına girmiştir. Daha çok etik sorumluluk çerçevesinde geliştirilen kuralların öğrenilmesi, çevre değerlerini kullanan insanlar, kısaca, kenttaşlar ve yurttaşlar kadar, çevrenin biçimlenmesine yön veren yönetici kadrolar açısından da önem taşımaktadır. Tarihsel gelişme süreci içinde, “iyi” olarak tanımlanabilecek insan davranışlarını “iyi olmayanlardan” ayırt etmekte kullanılan ilk ölçütler dinden kaynaklanmıştır. Günümüzde bile din kurallarından ve “kadim değerlerden” her alanda olduğu gibi, bu alanda da medet uman gelenek bekçileri yok değildir. Bunların inancına göre, doğaya ve çevreye karşı sorumlulukları yerine getirmekten kaçınmanın yaptırımı, kısaca, bireyin Tanrısına vermek zorunda olduğu hesapla özdeştir.

Çağdaş toplumlarda, her ne kadar dinsel kuralların yerini hukuk kuralları aldıysa da, AOÇ örneğinde de açıkça görüldüğü gibi, toplum yararını, gelecek kuşakların varlık ve mutluluğunu güvence altına alabilmek için hukuk kurallarının bile açıkça kağıt üzerinde bırakılabildiğine tanık olabiliyoruz. Bir hukukçu arkadaşımızın haklı olarak belirttiği üzere,  “hukuk toplumu” olmaksızın, “hukuk devleti” olmayı başarmak olanağı yoktur. “Yasal” olanla “meşru” olan arasındaki ince çizgiyi kavrayacak ve gereğini yapabilecek bir kültür ve bilinç düzeyine varmamız gerekmektedir.

Günümüzün toplumlarında, tarih, kültür, doğa, mimarlık varlıklarına, kısaca çevre değerlerine duyulan sorumluluk, hukuk kurallarının yanı sıra ahlak kurallarına da dayanmaktadır. Bu kurallar, toplumların değer dizgelerinden, demokratik gelişmelerinin varmış olduğu aşamadan ve siyasal kültürlerinin düzeyinden etkilenirler. Ülkemizde, çevre bilincinin düzeyinde, 1970’ler sonrasında belirli bir yükseliş gözlemlenmekle birlikte, bu tavır değişikliğinin uygulanan politikalara ve özellikle devlet ve siyaset adamlarının ve onların buyruğu altındaki bürokratların eylem ve işlemlerine tam olarak yansıdığı söylenemez. Yaşadıklarımız, belli bir uygulamanın yasalara uydurulsa da, ahlaka uygun olmayabileceğini gösteren örneklerin uzun bir listesidir. Her ne kadar AOÇ’nin “yok edilmesi” olgusu tekil bir olay gibi görünüyorsa da, işin özünde, kamu malına saldırının ve bu doğrultudaki politikaların kural haline getirilmiş olması vardır . Ülkemizde iş başındaki kimi politikacıların “devleti en büyük toprak ağası” sayan, devlet elindeki taşınmaz malları satarak “ekonomiye kazandırmayı” ısrarla yinelemelerini, kent plancılığının tarihsel ve rasyonel işlevleriyle bağdaştırmaya kesinlikle olanak yoktur [10]. Yabancı gerçek ve tüzel kişilere toprak satışı sınırını 2.5 hektardan 30 hektara çıkarılması ve karşılıklılık ilkesinin kaldırılması gibi adımların da  büyük hatalar olarak değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.

İyi olan davranışı iyi olmayandan ayırt etmek üzere Çevre Etiği’nin geliştirmiş olduğu yaklaşımların başında doğal durumun ve rahatsız edilmeyen bir çevrenin “en iyi durum” olduğu ve bu amaca yönelen davranışların “iyi” olarak nitelenebileceği anlayışı gelmektedir. Çevrecilerce tarih ve doğa varlıklarının birer “kamusal emanet” (public trust) sayılması, özgün niteliklerinin bozulmasına yönelen davranışların ise, “emanete ihanet” olarak nitelenmesi bundandır. Bu türlü değerler, geleceğin kuşaklarına, geçmişten devralındıkları biçimden daha kötüleşmiş olarak devredilemezler. Çünkü, bunlar, geçmişten “miras” olarak değil, gelecek kuşaklardan “ödünç” alınmış değerlerdir. Miras sayılsalar bile, bu duru mirasyedi mantığı ile kullanılmalarını gerektirmez. “Kuşaklar arası çevresel adalet” ilkesini göz ardı eden bir koruma plancılığı, gerçekte, çevre etiği kurallarından habersiz olanların işidir. AOÇ’nin yok edilmesine yönelen davranışlarda çağdaş kapitalizminin dayandığı aşırı tüketim kültürünün insanı doğasına ve doğal değerlerine yabancılaştıran, maddi olmayan değerlerin yerine hızla rant odaklı maddi değerleri yerleştiren özelliklerinin de azımsanmayacak etkisi vardır [11].

Kimi çevre etikçileri, insanla çevresi arasındaki ilişkilere yararcı (utilitarian) düşünceleri egemen kılmak istiyorlar. Onlara göre, en çok sayıda insana en çok yararı sağlayan davranış “iyi” olan davranıştır. AOÇ örneğinde, atılan yanlış adımların sanki daha çok sayıda insana yarar sağlayacağı gibi bir varsayımdan yola çıkmak haklı sayılamaz. Çünkü, yapılanların gelecek kuşakların da hakkı olan değerlerde ve üretimde ciddi bir eksilmeye yol açmakta olduğu görmezden gelinemez.  Yararcı anlayış, toplum yararını bireylerin yararlarının toplamına indirgeyerek sayısallaştırmakta ve “üstün kamu yararı”nın varlığını yadsımakta olduğundan koruma amacının gerçekleştirilmesine yarar sağlayamaz.

Üçüncü bir yaklaşım, İmmanuel Kant’ın, kendine yapılmasını istemediğini, çevre değerleri de dahil, başkalarına yapmaktan kaçınmayı salık veren deontolojisidir. Kesin buyruk (categorical imperative), doğal, kültürel ve tarihsel değerler üzerinde, yalnız hak sahibi olmadığımız, ayni zamanda, komşularımıza, kenttaşlarımıza, yurttaşlarımıza ve henüz dünyaya gelmemiş olan geleceğin insanlarına karşı birtakım yükümlülüklerle de bağlı olduğumuzu bize telkin etmektedir. Bu yönden bakıldığında, AOÇ ile ilgili olarak 70 yıldır sergilenen resmi tavırlarda söz konusu yükümlülüklere bağlı kalındığını söylemeye olanak yoktur.

Son olarak, insan davranışlarının “iyi” ya da “kötü” gibi nitelikler kazanması üzerinde, para, servet, siyaset, ticaret, mal ve mülk, ideoloji, ekonomik sistem, sınıf ve üretim ilişkileri ve mülkiyet gibi toplumsal kurumların önemli etkileri vardır. Bunlar arasında, mülkiyet hakkının davranışları etkileme olasılığı en yüksek toplumsal kurum olduğunu söylemek bir abartma olmayacaktır. Mülkiyete özgürlüğün bir simgesi gözüyle bakanlar olduğu kadar, onu, Marx ve Proudhon gibi “hırsızlık” olarak niteleyen düşünürler de çıkmıştır. 18. Yüzyıla özgü, mülkiyetin mutlak bir hak olduğu anlayışı, 19. Yüzyılda, mülkiyetin toplum yararı amacıyla sınırlandırılabileceği görüşünün ağırlık kazanmasıyla dengeye kavuşturulmuştur. Birçok anayasalarda, mülkiyet hakkının düzenleyen kurallara bu sorumluluk anlayışı yansıtılmıştır. Ne var ki, 20. Yüzyılda başlayıp bugün de sürmekte olan liberal yaklaşımlar, taşınmaz mal rantından yararlanarak varsıllaşmayı, toplumun bütünü ve gelecek kuşakları yok saymayı olağan bir davranış biçimi yapıştır. “Değişim değeri”, hızla “kullanım değerinin” yerini almıştır. Denilebilir ki, AOÇ’nin dramı, bireylerden çok, bireylerin davranışlarını biçimlendiren dizgenin özelliklerinde saklıdır.

SON SÖZLER

Sonuç olarak, yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtına dönebiliriz: AOÇ’yi kurtarmak için ahlak kurallarından yararlanmak şansımız hiç mi yok ?  Var olduğu söylenebilir. Çözüm, en kötümser koşullarda ulusun tersine dönmüş (makus) talihini yenmeyi başaracak olanların çıkabileceğinden umut kesmemektir. Kendilerine önder (lider) denilen kimselerin söylemleri ve eylemleri bu açıdan yaşamsal önem taşır. Yıl 1855. ABD Cumhurbaşkanı’na yazdığı bir mektupta, Kızılderili Şefi Seattle, beyaz derililerin benciliğinden yakınır ve bir gerçeğe dikkat çeker: “Beyaz derili insanlar, analarını, babalarını, kardeşlerini, suyu, toprağı, gökyüzünü, tüm doğal varlıkları alınıp satılabilecek bir meta olarak görüyorlar. Bir gün gelecek ki, bu insanların aç gözlülüğü yüzünden yeryüzü kemirilip bitirilecek ve geriye çölden başka bir şey kalmayacak. İnsanın toprağa vereceği zarar tüm insanlığa vereceği zarardır”.

Bu sözlerin ne denli etkili olduğunu bilemiyoruz. Ama devlet yönetimini ve özellikle kamu mallarını emanet etmiş olduğumuz yöneticilere, devlet ve siyaset adamlarına ve daha da önemlisi, halkın kendisine düşen önemli bir sorumluluk var günümüzde: Ülkenin her türlü malvarlığını, kendilerini ve yakınlarını değil, bugünün ve yarının kuşaklarını düşünerek kullanmak. Böyle bir anlayışla, Atatürk de, Büyük Nutku’nun bir yerinde, mülkiyet hakkının sahibine yüklediği ahlaki bir sorumluluk olduğunu önemle vurgulamış ve demiştir ki: “Milletler işgal ettikleri arazinin sahibi olmakla birlikte, beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin menabi-i servetinden hem kendileri istifade eder, hem de ondan bütün beşeriyeti istifade ettirmekle mükelleftirler.”

Gerçek bir önder olduğuna, kendisini, yakın çevresinin ve bizzat kendisinin inandırmış olduğu kişilerden farklı olarak, Mustafa Kemal Atatürk, yukarıdaki sözlerinin gerekli kıldığı somut adımları atmak büyüklüğünü de göstermiş ve bilindiği gibi, sözle değil, davranışlarıyla da herkese örnek olacak davranışlar sergilemiştir.  Bunun en güzel örneklerinden biri, 1937 yılında özel çiftliklerini Hazine’ye, yani usluna bağışlarken dilekçesinde kullandığı sözlerdir. Şöyle diyor: “İnsanın asıl serveti manevi kişiliğinde olmalı. Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bu çiftlikleri ulusuma armağan etmekle büyük bir ferahlık duyuyorum.”

Gelecek kuşakların kent, tarih, kültür, doğa ve çevre değerlerinin bugünkü bencil kuşaklar ve hatta yönetici kadrolarca gasp edildiği koşullarda ulusal ve uluslararası hukuk kurallarının sorunlara çözüm bulmakta zorlandığı bir dönemden geçmekteyiz. Bu tür sorunların kesin çözümünü, “kapitalizmden uzaklaşmakta” gören Hervé Kempf ve David Harvey gibi düşünürler vardır [12]. Ama sorunun çözümünde kapitalizmden uzaklaşmak da yeterli olmayabilir.  Çünkü hangi rejim altında olursa olsun, yönetimlerle halk arasındaki ilişkilerin belli bir siyasal kültür, bilinç ve çağdaş eğitimle yoğrulması şarttır. Unutmamalıyız ki, halkın, doğal değerlerine, kutsal mirasına sahip çıkmakta sessiz kalmasının ağır maliyeti gelecek kuşaklarca ödenir. Bu nedenle, halkın ,örgütlü ve örgütsüz tüm kesimlerin sorumluluk üstlenmesinde zorunluluk vardır.

Bu sorumluluk bilinci her çareye başvurularak geliştirilmedikçe, insanımızın kağıt üzerinde sağlanmış gibi görünen kent, çevre haklarına layık olduğundan söz edilmesi zorlaşacaktır. Albert Einstein’ın haklı olarak belirtmiş olduğu üzere, “Dünyayı büyük tehlikelerle karşı karşıya getiren şey, insanların kötülük yapmaları değil, kötülük yapanlar karşısında sessiz kalmalarıdır. Ayni düşünceyi Büyük Atatürk, herkesin kulağında küpe olacak biçimde, çok daha güzel anlatmış: “Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine de ortak sayılır” (Dünyada her ulus, yaptıklarına seyirci kaldığı hükümetin sorumluluğuna ortak sayılır).

[1] Ruşen Keleş (1990) “Atatürk Orman Çiftliği”, Ankara Dergisi, Cilt:1, Sayı:1; 71-74.

[2] Yalçın Memlük (2008) “Atatürk Orman Çiftliği”, Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devriminin Büüyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[3] Hülya Kuşçu ve Özlem Arslan (2012) “Atatürk Orman Çiftliği”, AÜ.Fen Bilimleri Enstitüsü Taşınmaz Geliştirme Anabilim Dalı, Kent Ekonomisi ve Kent Yönetimi Dersi için hazırlanan çalışma, Ankara.  Ali İhsan Saner (2000) Devletin Rantı Deniz…, İletişim Yayınları, İstanbul; 21-29.

[4] Güven Dinçer (2008) “Atatürk Orman Çiftliği: Yağmanın ve Talanın Öyküsü”, Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devriminin Büyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[5] Ayşegül Mengi, Oğuz Yılmaz, Harun Tanrıvermiş, İlhami Bayramin ve Hakan Uçar (2007) “Ankara Büyükşehir Belediyesi Tarafından Hazırlanan Atatürk Orman Çiftliği Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı Hakkında Ankara Üniversitesi Görüşü”,  Ankara.

[6] ÇAĞATAY KESKİNOK, HAZ. (2008) Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devrimi’nin Büyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[7] “Ankara Büyükşehir Belediyesi Tarafından hazırlanan Atatürk Orman Çiftliği Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı Hakkında Ankara Üniversitesi Görüşü”.

[8] Güven Dinçer (2008) “Atatürk Orman Çiftliği: Yağmanın ve Talanın Öyküsü”, Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devriminin Büyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[9] Güven Dinçer (2008).

[10] Ruşen Keleş (2012) Kentleşme Politikası, İmge, Ankara (12.bası).

[11] Menaf Turan (2009)Türkiye’de Kentsel Rant: Devlet Mülkiyetinden Özel Mülkiyete, Tan Yayınları, Ankara, 2009.

[12] Hervé Kempf (2007) Comment Les Riches Détruisent La Planete? Seuil, Paris; (2009) Pour Suver La Planete Sortez du Capitalisme, Seuil, Paris; (2011) L’Oligarchie ça Suffit Vive La Démocratie, Seuil, Paris. David Harvey (2011) Le Capitalisme Contre Le Droit a La Ville, Ed.Amsterdam, Paris.

*Bu yazı, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından 8 Kasım 2012 tarihinde Ankara’da düzenlenen Atatürk Orman Çiftliği ve Ankara’nın Geleceği Sempozyumunun Atatürk Orman Çiftliğinin Tarihsel Gelişimi ve Mekânsal Oluşumu başlıklı oturumunda sunulan konuşmadan üretilmiştir.

 

 

Hukuk ve Ahlak Kuralları Açısından Atatürk Orman Çiftliği‘ne dön

 


 

ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ’NDE YÜRÜTÜLEN HUKUKİ MÜCADELE

 

Mevcut Durum

“Yürütülen hukuki mücadele” yaşanan toprak kayıplarına dönük konularla sınırlı tutulacaktır. Ayrıca Atatürk Orman Çiftliği’nin ülkemiz açısından önemi, özgün rolü çok açık olarak diğer konuşmalarda ele alındığı ve açıklandığı için tekrarlanmayacaktır.

Konumuz açısından gelinen noktayı; İnşaatı tamamlanmak üzere olan “Yeni Başbakanlık Binası” ile ilgili olarak, 21-22 Mayıs 2014 tarihli gazetelerin bir kısmında yer alan ve bir örneği aşağıda verilen haber özetlemektedir. Başbakan mahkeme tarafından verilen “yürütmeyi durdurma” kararına rağmen “güçleri yetiyorsa yıksınlar, yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine girip oturacağım” diyebilmektedir.

gokhan unal 1

Yürütülen hukuki mücadeleyi daha iyi anlamamıza yardımcı olacağı düşünülerek; AOÇ’nin Atatürk tarafından kurulmaya başlanmasından günümüze kadar olan sürecin önemli bölümleri Şekil 2’de gösterilmiştir.

gokhanunal2

Yürütülen hukuki mücadele açısından süreci 3 bölüme ayırmak uygun olacaktır. Birinci bölüm 05/05/1925 yılında kuruluşu ile başlayan ve  imar planlama yetkisinin 5524 sayılı kanun ile Ankara Büyükşehir Belediyesine (ABB) verildiği 21/06/2006  tarihleri arasındaki dönemi kapsamaktadır. İkinci bölüm yetki verilmesine dayalı olarak ABB’nin 1/25000 ve 1/10000 ölçekli İmar Planlarını hazırlaması, onaylaması, yapılan itirazlar, dava, planların iptaline dönük kararın temyiz edilmesi ve Danıştay’ın 17/03/2010 tarihinde red kararı vermesini kapsayan dönemden oluşmaktadır. Üçüncü bölüm ise bu temyiz kararı ile başlamıştır ve halen devam etmektedir.

Yukarıda bahsi geçen ve süreçte kırılma etkisine sebep olan 5524 sayılı kanun, AOÇ’nin kuruluşunu belirleyen 5659 sayılı kanuna Ek 1 maddesinin eklenmesini sağlamıştır. Bu madde de a) ilgili bakanlığın uygun görüşünü almak koşuluyla her türlü imar planı yapılması yetkisinin ABB’ye verilmesi, b) bu planlara uygun olmak koşuluyla ulaşım altyapısıyla ilgili her türlü arazi üzerinde ABB lehine intifa hakkı tesis edilebilmesi, c) Hayvanat Bahçesi üzerinde ABB lehine intifa hakkı tesis edilebilmesi ve d) AOÇ arazileri üzerinde konut, ticaret ve sanayi amaçlı yapı yapılamayacağı hükme bağlanmıştır. Halen çiftlik arazisi, 5659 sayılı Kanun çerçevesinde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlı, tüzel kişiliğe sahip bitkisel ve hayvansal üretim yapılan, gıda sanayi konusunda iki fabrikanın üretim yaptığı, daha çok kira gelirleri ile ayakta kalmaya çalışan bir çiftlik konumundadır.

Birinci bölümde; AOÇ’nin Atatürk tarafından “Orman Çiftliği olarak kurulmaya başlanması, 11/06/1937 tarihinde Atatürk tarafından yaklaşık 52000 dönüm olarak hazineye hibe edilmesi, çiftliğin işleyişine dönük a) 13/01/1938 tarih ve 3308 Sayılı, b) 13/06/1949 tarih 5453 sayılı ve c) halen geçerli olan 24/05/1950 tarih ve 5659 sayılı kanunların yürürlüğe girmesi, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından 1992’de “Doğal Sit” ilan edilmesi, 1993’de bu sit alanının sınırlarının belirlenmesi ve 1998’de doğal sitin 1. Derece olduğu ile bazı bölümlerinin “Tarihi Sit” olduğu şeklinde karar alması ana başlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bölümde dikkat çeken özelliklerden birisi yaşanan toprak kayıplarıdır. Şekil 4’den de görülebileceği gibi kayıplar 40’lı yıllarda başlamış ve neredeyse hiç durmamıştır. Toprak kayıpları a) özel kanunlarla devir ve satış, b) çeşitli şekillerde kiralamalar ve c) hiçbir hukuka bağlı olmadan gayri resmi izin/göz yumma olmak üzere 3 şekilde karşımıza çıkmaktadır. Çiftlik arazileri çeşitli gerekçelerle kamu kurumları, askeri kullanımlar için Milli Savunma Bakanlığı ve özel şirketlere devredilmiş/satılmış ve/veya kiralanmıştır.

Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 27/11/1994 Tarih ve 4046 sayılı Kanun çerçevesinde özelleştirilen ve çiftlik arazisinden özel kanunlarla yer verilen, Sümerbank, Tekel Genel Müdürlüğü ve Zirai Donatım Kurumu gibi kuruluşların çiftlikten almış olduğu bu araziler özel şahısların eline geçmiştir

1937 yılında yaklaşık 55.000 dönüm olan AOÇ arazileri ise 2005 yılı sonu itibarıyla 33.348.434 m²’ye gerilemiştir.

Çiftliğin işleyişini düzenleyen ve yukarıda adı geçen kanunların tümünde Çiftlik idaresi son derece yetersiz bir kadroyla yerine getirilmeye çalışılmış ve özellikle çiftlik arazilerini devir/satış/kiralamaları kontrol edilememiştir.

Bu bölümde toprak kayıplarıyla ilgili herhangi bir hukuki mücadele yapılmadığı görülmektedir.

İkinci bölüm konumuz açısından başlı başına bir başarı öyküsü olarak kabul edilebilir. İmar planlama yetkisini alan  <08/07/2006 tarih ve 5524 sayılı Kanun>ABB, AOÇ ile ilgili 1/25000 ve 1/1000 ölçekli imar planlarını hazırlamış ve 12/01/2007 tarihli meclis kararı ile onaylamıştır.

Bu plana Mimarlar Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Ziraat Mühendisleri Odası itiraz etmiş, yapılan itirazların ABB tarafından kabul edilmemesi üzerine dava <2007/2394 Esas Sayılı> açılmıştır. Bu aşamada Şehir Plancıları Odası müdahil olarak davaya katılmıştır. Uzun ve aslında ayrı bir konuşmanın konusu olabilecek mücadele sonrasında <özellikle ODTÜ, Mimarlık Fakültesi üyesi bilirkişiler tarafından hazırlanan rapor etkili olmuştur> Planlar mahkeme tarafından 2008 yılında iptal edilmiş, ABB tarafından bu karar temyiz edilmiş ancak temyiz başvurusu Danıştay tarafından 17/03/2010 tarihinde red edilmiştir. Böylelikle arazi kayıpları açısından çok önemli bir mücadele başarıyla sonlanmıştır. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta davanın TMMOB ne bagli odalar tarafından açılmış olmasıdır.

Günümüzde de devam eden üçüncü bölümde yapılan hukuki mücadele bir önceki bölümde olduğu gibi yine meslek odaları tarafından gerçekleştirilmektedir. Neredeyse tamamı halen devam eden davalar Tablo 1’de gösterilmiştir.

Bunların en önemlisi ABB’nin ikinci bölümde kaybettiği dava ile iptal edilen planların yerine yaptığı 13/08/2010 tarih ve 2494 sayılı meclis kararıyla onayladığı a) 1/10000 ölçekli AOÇ Alanları Nazım İmar Planı, b) I. Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve eki olarak c) 1/10.000 ölçekli Ulaşım Şeması” ile d) 1/1000 ölçekli Ulaşım (Yol-Kavşak vb.) Uygulama Projesi Nazım Plan, Ulaşım Şeması ve e) Bazı Yol Kavşak Projeleri’ne karşı Şehir Plancıları Odası, Mimarlar Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Çevre Mühendisleri Odası, Ziraat Mühendisleri Odası ve Ankara Barosu’nun açtığı 2011 tarih ve 879 Esas sayılı davadır. Bu dava sürerken ABB bu planı esas alarak alt ölçekte (175000 ve 1/1000) çeşitli imar planları hazırlamış ve onaylamış, bu sırada başta sit alanlarıyla ilgili Tabiat ve Kültür Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu/Kurulu’ndan olumlu görüşler almış, kentsel dönüşüm bölgesi ilan etmiş, bunlara bağlı olarak çeşitli protokoller yapmıştır.

Süreç içinde ilgili idareler/kurullar bu planla ilgili olarak doğal sit alanının derecesinin düşürülmesi, Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı ilan edilmesi, sit alanlarında kamuya ait binaların herhangi bir sınırlama olmadan yapılabilmesi vb kararları neredeyse keyfi açıklamalar yaparak almıştır. Açılan davaların bir bölümü bu tartışmalı kararlar ile ilgilidir.

Tabloda yer alan ve 2011/879 Esas sayılı dava sonrasında açılan davalar incelendiğinde 5 konuda yoğunlaştıkları görülmektedir. Bunlar; a) yeni Başbakanlık

Binası’nın yapıldığı eski Orman Genel Müdürlüğü’ne ait hizmet binalarının bulunduğu alan, b) Bira Fabrikası ve Yakın çevresi, c) Eski ve yeni Hayvanat Bahçesi/tematik Park, d) mevcut toptancı halinin bulunduğu alanın adalet saray olarak değiştirilmesi ve e) yeni Başbakanlık Binasını Konya Yoluna bağlayacak ve Aşti’nin içinden geçen trafik yolu’dur. Bunlardan yeni başbakanlık binası tamamlanmak üzeredir, bira fabrikası ve yakın çevresinde henüz bir inşaat faaliyeti başlamamıştır, eski hayvanat bahçesi kapatılmış, bunun batısında yer alan kısımlarda tematik park inşaatı hızla devam etmektedir, toptancı hali halen kullanılmaktadır, konya yolu bağlantısı AŞTİ’nin iç dolaşımını bozmak pahasına tamamlanmıştır.

AOÇ DAVALARI

Kaynak : Şehir Plancıları Odası

gokhan unal 3

Kaynak : Şehir Plancıları Odası

Ayrıca dava açılmamakla birlikte çok sayıda yol, bunlarla ilgili alt ve üst geçitlerle AOÇ arazisi parçalara ayrılmıştır, bu parçalar arasında ilişki neredeyse tamamen ortadan kaldırılmıştır. Yine herhangi bir davaya konu olmamakla birlikte AOÇ arazisi içinde dere ıslah çalışmaları altında yoğun inşaat faaliyetleri sürdürülmektedir. Ayrıca alanın doğusunda büyük bir pissu arıtma tesisi yapılması için çalışmalar başlatılmıştır.

Değerlendirme

Burada her dava dosyası ayrı ayrı ele alınmayarak bazı genel özellikleri üzerinde bilgi verilerek degerlendirmeler yapılacaktır.

Bu davaları hale devam etmektedir ve neredeyse tamamında hem yürütmeyi durdurma hem de konu olan işlemin iptali talep edilmiştir. Ancak neredeyse hiçbirinde yürütmeyi durdurma verilmemiş yada bazı ayrıntıları aşağıda açıklanacağı gibi yürütmeyi durdurma kararı çok geç verilmiştir.

Örneğin toprak kayıplarıyla ilgili olarak hazırlanan çeşitli ölçeklerdeki imar planlarının dayanağı olan ve 2011/879 Esas sayılı davaya konu olan 1/10000 ölçekli imar planı, 1/10000 ölçekli Ulaşım Şeması ve 1/1000 ölçekli Yol ve Kavşak projeleri için mahkeme 10/02/2014 tarihinde yürütmeyi durdurma kararı vermiştir. Ancak bu karar “yürütmeyi durdurmanın geç verilmesinin nelere mal olabileceğini gösteren bir örnektir.

Bu süre içinde AOÇ arazisini neredeyse paramparça eden yollar açılmış, yeni başbakanlık binası tamamlanmış, tematik park tamamlanma aşamasına gelmiştir.

Tablo 1’de yer alan davaların son sırada olanı meslek odaları tarafından ABB ve Başbakanlığa karşı “Atatürk’ün AOÇ arazilerinin kullanımına ilişkin vasiyetname ve bağış senedinin ihlal edildiğinin tespiti ile müdahalenin menine karara verilmesi istemiyle asliye hukuk mahkemesine <diğer tüm davalar idari mahkemelere> açılmıştır, halen devam etmektedir.

Üzerinde durulması gereken bir diğer husus AOÇ olarak anılmasına rağmen Yeni Başbakanlık Binası’nın yapıldığı yerin Orman Genel Müdürlüğü tesisleri yapılmak üzere ilgili bakanlığa devir edilmiş olmasıdır. Burada kritik kararları alan, TOKI’yi devreye sokan protokolleri imzalayan şimdiki adıyla Orman ve Su İşleri Bakanlığı’dır. Benzer şekilde AOÇ arazisi içinde algılanan Bira Fabrikası’nın bulunduğu parsel hiçbir zaman AOÇ mülkiyetinde olmamıştır. İlgili işletme zaman içinde Özelleştirme

İdaresi’nin kontrolüne geçmiştir. Hayvanat Bahçeleri ve Konya Yolu bağlantısında da AOÇ ile ABB arasında protokol yapılmış ve tüm kararlar AOÇ idaresi devre dışı bırakılarak ABB tarafından sürdürülmektedir.

Dava dosyalarındaki bir diğer özellik bilirkişi heyetleri ve bu heyetlerin görüşlerini çok uzun sürelerde oluşturmaları, dava konusyla doğrudan değil dolaylı açıklamalar yaparak uzun, anlaşılması/takip edilmesi  zor metinler oluşturmalarıdır. Bilirkişi oluşumunda daha aktif olunması ve gerekirse itiraz ederek mümkün olan en kısa zamanda, bilimsel ve tarafsız bir raporun oluşmasını sağlayacak uzmanların görevlendirilmeleri yararlı olacaktır.

Adı geçen davalarda hakim, bilirkişilerden konunun a) kamu yararına, b) şehircilik ilkelerine ve c) planlama esaslarına uygun olup olmadığı şeklinde bir değerlendirme yapmalarını istemektedir. Diğer taraftan hem davaların açılması sırasındaki metin hem de süreç içinde yapılan açıklamalar zaman zaman gereksiz detay ve bu konularla doğrudan ilişkisi olmayan hususları içerdiği görülmektedir. Dolayısıyla değerlendirmeye esas olacak 3 başlığın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir açıklama yararlı olacaktır.

Bu sorular içindeki en önemli olanı “kamu yararına uygunluk” sorusudur. Üzerinde her dönem çeşitli tartışmalar olan, bu tartışmaların bir bölümünün ahlaki ilkelere dayanması nedeniyle kesin bir uzlaşmanın güç olduğu, toplumsal yarar kavramı ile karıştırılan kamu yararını; üzerinde çalıştığımız konu için “kamu hizmetinin, kar amacı güdülmeksizin, kesintiye uğramadan, sürekli olarak sürdürülebilir şekilde, eşitlik ilkesi gözetilerek ve çevreye duyarlı olarak bir başka ifadeyle koruma/kullanma dengesini kurarak karşılamak olarak” kabul etmek doğru olacaktır.

Şehircilik ilkelerinin olmasa olmaz iki özelliği bulunmaktadır. Bunların ilki yapılacak çalışmanın <örneğimizde plan değişiklikleri, bu değişikliklere esas olarak alınan kurul kararları vb> gerekçesinin bilimsel verilere dayanarak mevcut hangi problemi çözeceği ve/veya ileride karşılaşılacak hangi ihtiyacı karşılayacağının ortaya konmasıdır. İkinci özellik ise yapılan çalışma sırasında toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması, ne düşündüklerini ifade etmelerine fırsat verilmesi ve uzlaşı arayışıdır.

Planlama esasları; yukarıda bahsi geçen “kamu yararı” ve “şehircilik ilkeleri” esas alınarak oluşturulan geçerli imar mevzuatı olarak ele alınabilir. Konumuz açısından 3 alt bileşenden söz edilebilir. Bunlardan ilki ABB’nin plan değişikliği yapma ve onama yetkisidir. Benzer şekilde çeşitli kurulların görüş verme yetkileridir. İkinci bileşen “eğer varsa üst ölçekli planla uyum” konusudur. Bunlar dışında kalan ve mevzuata uygunluk olarak değerlendirilebilecek tüm diğer hususlar üçüncü bileşeni oluşturmaktadır.

Yukarıdaki kabuller ve açıklamalar ışığında adı geçen davalarla ilgili çok genel değerlendirmeler şöyle olabilir.

Plan değişikliğine konu olan proje; sonuç itibariyle kamusal yarar özellikleri taşımamaktadır. Çevreye duyarlılık neredeyse tamamen göz ardı edilmiştir. Ayrıca AOÇ’nin Atatürk tarafından belirlenen işlevi, bu işlevi yürütürken oluşan kentsel hafızanın bir parçası olması ve Atatürk’ün vasiyeti gibi hususlar dikkate alındığında bunların yok edilmesinin; hem kamusal hizmetlerin kesintiye uğratılmasına hem de  sürdürülebilirliğinin ortadan kaldırılmasına sebep olduğu için yapılan işlemlerde kamu yararı olmadığı görülmektedir.

Sözkonusu işlemlerin “Şehircilik ilkelerine uygun olmadığı” hem gerekçesinin bilimsel verilere dayanmaması hem de süreç içinde ilgili tarafların katılımının sağlanmaması açısından açıktır.

Planlama Esaslarına uygunluk açısından alt kriterlere göre farklı özellikler söz konusudur. ABB veya ilgili kurulların herhangi bir yetki problemi bulunmamaktadır.

Diğer taraftan ABB tarafından 16/02/2007 tarih ve 5255 sayılı meclis kararıyla onaylanan ve adı geçen tüm plan değişiklikleri ve bunlara esas olan çeşitli resmi kurum görüşleri için dikkate alınması gereken üst ölçekli plan olan 1/100000 ölçekli “2023 Başkent Ankara Nazım İmar Planı”na uyumsuzluk sözkonusudur. Bu planın “Açıklama Raporu”nun 712. Sayfasında AOÇ için “Kentiçi yeşil alan sisteminin büyük önem taşıyan ve Atatürk’ün mirası olması niteliğiyle tarihsel, kültürel açıdan da çok önemli bir değer olarak tanımlanan AOÇ’nin Atatürk’ün mirası doğrultusunda korunup geliştirilmesi temel esastır” denmektedir. Hizmete açılmak üzere olan Yeni Başbakanlık Binası, inşaatı hızla süren tematik parl, AOÇ içinden geçirilen çok sayıdaki trafik yolu, alt ve üst geçitler bırakalım korumayı/geliştirmeyi AOÇ’yi neredeyse ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla planlama esaslarına uygunluk bulunmamaktadır.

Ayrıca yine bu başlık altında yer alan mevzuata uygunluk açısından bazı hususlarda sorun bulunmaktadır. Yapılan plan değişikliklerinde İlgili tüm kurumların görüşlerinin alınmamış olması, plan araştırma raporlarının olmaması, plan açıklama raporlarının ya olmaması yada çok yetersiz olması, 1/5000 ve 1/1000 planların eş zamanlı ve neredeyse birbirinin fotokopiyle küçültülmesi/büyültülmesi şeklinde hazırlanmış olmaları, mevcut plan paftaları üzerinde olmamaları ve komşu alanlarla uyumlu olup olmadıklarının anlaşılamaması, kullanılan yol ve yeşil alanların kapasite, kentsel alan standartlara etkilerinin araştırılmamış olması vb nedenlerle planlama esaslarına uygun olmadığı görülmektedir.

Sonuç

2011/879 Esas sayılı dosyada olduğu gibi çok açık bir yürütmeyi durdurma kararının görmezden gelinmesinin söz konusu olduğu, hukukun neredeyse ayaklar altına alındığı bir ortam bulunmaktadır ve bu durumun yakın gelecekte de devam edeceği görülmektedir. Ancak Ümitsizliğe kapılmadan hukuki mücadele sürdürülmeli, gelişmeler paylaşılmalı, gelecek için belge üretmeye devam edilmelidir.

Mevcut hertürlü yazılı ve görsel dokümanı bir araya toplayan, gerektiğinde verimli kullanılmalarını sağlayacak bir arşiv oluşturulmalı, sözel veriler haritalanmalı, özellikle halen kirada olan mülkler ve bunların mevcut durumları ortaya çıkarılmalıdır.

Yürütülen hukuki mücadelenin lokomotifi durumunda olan Meslek Odalarına özellikle davanın başvuru dilekçesi hazırlanırken olmak üzere tüm süreçte teknik destek verilmeli, dökümanların görsel malzeme ile desteklenmesi sağlanmalıdır.

Kaynaklar:

  1. Önder Ayduğan, “Atatürk Orman Çiftliği Arazilerinin Değişen Kullanımları, Yüksek Lisans Tezi, TC Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Çevre Bilimleri Ana Bilim Dalı, Ankara 2012

 

  1. AOÇ 2011 Yılı Denetleme Raporu, TC Sayıştay Başkanlığı Ankara 2011

 

  1. Tablo 1’de Yer Alan Davalara Ait Dosyalar <Şehir Plancıları Odası’ndan temin Edilmiştir>

 

  1. 2023 Başkent Ankara Nazım İmar Planı Açıklama Raporu, Etüdler ve Müdahale Biçimleri,  ABB, İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanlığı, Ankara 2007