ORDA BİR AOÇ UZAKTA

ORDA BİR AOÇ UZAKTA başlığı, kinayeli olmasına kinayeli, ama zor bir konuyu açımlamak için ortaya atıldı:

TIPKI AHMET KUTSİ TECER’in şiirindeki Türkiye köyleri gibi, yalnız ve mutsuz bıraktık Atatürk Orman Çiftliği’ni. Yıllarca onu sevdiğimizi söyledik; onun Atatürk’ün en önemli mirasından biri olduğunu yineledik; Ankara için yeşil bir koridor oluşturduğundan bahsettik; Çiftlik vasıtasıyla Ankara’nın Cumhuriyet kimliğinin, modern toplum kimliğinin, yurttaşlık bilincinin ve bunların dolayımıyla açık toplumun bireylerinin yaratılması için nasıl bir ortam olduğunu söyledik durduk. Ama gerçek Atatürk Orman çiftliği ile aramıza hep büyük bir mesafe koyduk:

YILDA KAÇ KEZ GİTMİŞLİĞİMİZ vardı Çiftliğe? Çok beğendiğimiz Merkez Lokantası’nda oturup bir bira içmişliğimiz var mı? Kebapçıda bir köfte yemişliğimiz? Çiftliğin en fazla belki de Hayvanat Bahçesi’ni kullandık, çocuklarımıza ve torunlarımıza egzotik ve uzak; ama bir o kadar da masum ve çaresiz hayvanlarını gösterdik; çevresinin bakımsızlığından yakındık; kullanıcıya otopark kolaylığı bile sağlanmadığından yakındık; otobüs hizmetlerinin yetersizliğinden yakınmadık bile, şikayet dilekçesi bile vermedik. Koruma Kurulu kararları tarihi ve doğal sit kararı verdiğinde, Türkiye’de bir alanın tarihi ve doğal ve emek ürünü değerleriyle korunabileceği sanısına kapıldık. Tellerle çevrili arazi varlığını çevreleyen yollardan geçtik belki her akşam eve dönerken, telleri aşınca bastığımız toprağın bize bir emanet ve armağan olduğunu unutmuş olarak. Oysa Çiftliğin kentteki mütevazi varlığının vaad ettiği şey sadece bir varlığı ve armağanı izleme ve deneyimleme olanağıydı.

AŞAĞIDAKİ YAZI, bir Ankara aşığı ve planlama hocası, bir süre Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürü görevini de yerine getiren Dr R. Raci Bademli’ye ait. 2004 yılında, ölümünden iki yıl önce kaleme aldığı bu tarihsel ve özgün yazı, Ankaralılara açık bir uyarı. Çalışmamızın başlarında okuyup paylaştığmız bu günümüzün manifester yazısının gösterdiği ilkesel yolu ve ilkesel tutarlığı, çalışmalarımız boyunca AOÇ Araştırmaları Grubu üyeleri olarak ne denli içselleştirdiğimizi şimdi daha iyi görüyoruz. Bugün evimiz, bahçemiz, parkımız, dağımız, toprağımız, havamız, suyumuz, geleceğimiz için kaygılanmamız, zamanımızı ve zeminimizi, kısacası dünyamızı sahiplenmemizden kaynaklanıyor.

Araştırma Grubu adına, Ali Cengizkan, Haziran 2014

  

“AOÇ KİMİN?”

R. RACİ BADEMLİ

Sahiplilik

1. Evimize sahip çıktığımız kadar bahçemize, bahçemize sahip çıktığımız kadar sokağımıza, sokağımıza sahip çıktığımız kadar mahalle­mize, mahallemize sahip çıktığımız kadar semtimize, kentimize, ilimize, bölgemize ve ülkemize sahip çıkmamız gerekir. Aksi halde uzerinde yaşadığımız bu topraklara, bu top­raklar üzerindeki doğa ve kültür değerlerine “gerçekten”sahip olamayız!  

2. Üzerinde yaşadığımız bu topraklara, bu topraklar üzerindeki değerlere gerçekten “sahip” miyiz? Burada, “sahiplilik” kavra­mını dar anlamdaki “mülkiyet” kavramı ile karıştırmamak gerekir. Kuşkusuz bu topraklar “bizim”, ama nedense “biz”de sadece “benim olan”la sınırlanmış bir “sahiplilik duygusu” var. “Bizim” olan aynı zamanda “benim”dir diyemiyor, böyle düşünemiyor, böyle hareket edemiyoruz… Kısacası, “kamu”nun olan aynı zamanda “benim”dir; “kamu yararı” ise aynı zamanda benim çıkarım”dır diyemeyen bir kültürün, “bireyci” bir toplumsal bilincin sıkıntılarını yaşıyoruz. Kanımca, doğasıyla, yerleşmeleriyle, insanıyla, kültür ve sanat değerleriyle “bizim” olan Anadolu toprak­larına sahip çıkabilmemiz için öncelikle bu sıkıntıyı aşabilmemiz gerekiyor. “Sahiplilik” bilinci olmaksızın çevre ve çevre sorunlarının ne anlamı olabilir ki?  

Doğrudan Katılım ve Denetim

3. “Ben benim olana, kamu da ‘kamu’nun olana sahip çıkar” düşüncesinden hare­ketle, bugüne kadar hep “bizim” olanları devlete, yani “seçilmişlere” ve “atanmış­lara”, emanet etmişizdir. Ama, nedense ne “emanetimizin” kaderini merak etmiş, ne de “seçilmişler” ile “atanmışlar”dan hesap  sorabilmişizdir… Sonuç ortadadır, ve kimseyi suçlamaya gerek yoktur. Çünkü “bizim” olana “bizim” sahip çık­ mamız gerekirken, bunu yapmamışız, bu sorumluluktan kaçmışız!!! Bu böyle devam edebilir mi? Bireyler düzeyinde bir bilinçlenme ve “gönüllü” bir sahiplenme arzusu olmaksızın daha ne kadar devam edebiliriz? “Seçilmişler” ve “atanmışlar”ın dışında “gönüllüler” olarak devreye katılamazsak, “bizim” olduğuna inandığımız değerlere nasıl sahip çıkabiliriz?

AOÇ’nin Yiten Değerleri

Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) “bizim”dir. Tıpkı Atatürk Kültür Merkezi (AKM), Mogan ve Eymir Gölleri, ormanlar, parklar, yollar, meydanlar, kaldırımlar, anıtlar ve kamu yapılarının bizim olduğu gibi…. Ama AOÇ’nin ayrı bir özelliği daha vardır. O bize Atatürk’ten bir emanetdir. Oysa bugün, AOÇ’de bırakın “çiftlik”i, “orman”ı; “Atatürk”ü bile algılamak mümkün değildir. AOÇ, “anlamını”, “kimliğini” yitirmiştir…

5. Kuşkusuz yiten sadece “kimlik” değildir. AOÇ’nin arazileri parça parça harcanmış -parsellenmiş, kurumlara -Askeriye, Orman Bakanlığı, Belediye, vb- tahsis edilmiş, kişi­lere ya da şirketlere -benzinlikler, otobüs garajları vb) kiralanmış), “çiftlik” işlevleri sanallaştırılmış (bal var arı yok!; şarap var bağ yok!; süt, yoğurt ayran var, inek/koyun yok!; marka var, çiftlik yok!) kültür varlığı olarak tescil edilmiş yapılar ihmal edilmiş (Gazi İstasyonu kapalı!; Tescilli Hamam yıkık!; Bira Fabrikası, battal!), “orman” yerine ise kaçak mezarlar (Devlet Mezarlığı dışında Alparslan Türkeş’in anıt mezarı!), çok katlı yapılar (Atlı Spor, ASKİ, Gençlerbirliği tesisleri!) “bize” açık olmayan kullanım alanları (tarlalar, etrafı dikenli telle çevrili ağaçlıklar) oluşmuştur. Öyle ki, AOÇ’nin tam orta yerinde açıktan akan kanalizasyon gölleşmiş, bir bataklık olmuştur. AOÇ’nin bu içler acısı durumu, Ankara’nın ortasında ne hakkınca kullanabil­diğimiz, ne gerektiğince koruyamadığımız bu alan, “bizim” olana sahip çıkmakta ne kadar geç kaldığımızın somut kanıtıdır. AOÇ ne olmalı, nasıl değerlendirilmelidir? Bu soru­nun yanıtını kim, nasıl verecektir?

6. AOÇ Ankara’da çevre sahipliliğinin, çevre bilincinin “litmus kağıdı” olduğu gibi Ata­türk’e ve Ankara’ya sahip çıkmanın da birer sınavıdır. AOÇ’ye sahip çıkmayan, çıkama­yan, “ben çevreciyim”, “ben Atatürkçüyüm”, “ben Ankaralıyım” nasıl diyebilir? AOÇ, tıpkı Atatürk Kültür Merkezi gibi (özel bir yasası olmasına rağmen) Ankara’nın, başkentin tam ortasında ama ufuksuz, bakımsız ve en önem­lisi sahipsiz durmaktadır. AOÇ, ne bugünkü gibi ihmal edilerek parça parça yağmalan­maya; ne Büyükşehir ve Yenimahalle Beledi­yelerinin istedikleri üzere onlara; ne de, hangi amaçla olursa olsun “kamu yararına çalıştığı öne sürülen kuruluşlar” veya “kullanımlara” tahsis edilip parsellenmeye bırakılabilir. Bu “sürdürülebilir” bir gidiş değildir….

Ne Yapmalı?

İlk yapılması gereken AOÇ’nin yeniden kazanılması, onun parçalarını sahiplenmiş kurum, kuruluş ve kişilerden kurtarılması; AOÇ’nin hem mülk hem de kimlik olarak tekrar bütünleştirilmesidir. Bu tüm satış, kira­lama, yap işlet devret ve benzeri anlaşmalar ile gerçekleşmiş tahsislerin iptal edilerek, AOÇ mülkiyet ve işletmesinin “yeniden tek el”de toplanmasına çalışmak anlamına gelmektedir (ki, AOÇ arazisini babalarının çiftliği gibi parselleyip kiralayan/kiralatan, kullanan/kullandıran, işgal eden/ettirten, tahsis alan/veren herkesin -TBMM üyeleri dahil- yargılanması gerekir). Mevcut kulla­nımlar ve kullanıcılar, “kamu yararı / kişi ya da kurum çıkarı”, “halka açıklık/kapalılık” ve “AOÇ kimliğine uygunluk” gibi ölçütler ışı­ğında değerlendirilmeli; AOÇ içinde olması gerekli ve uygun olmayan tüm kullanımlar (Askeri tesisler, Bakanlık yapıları, Fabrikalar vb) için bir “istimlâk” ya da “taşıma planı” hazırlanmalıdır. AOÇ içinde kalması gerekli ve/veya uygun görülen tüm kullanışlar ise AOÇ kimliği, sınırları ve idaresi altında olmak koşuluyla yeniden düzenlenmelidir. AOÇ toprağı üzerinde kurulmuş olan hiçbir tesis AOÇ’den bağımsız, kimliklere, sınır­lara, giriş/çıkışlara, idarelere, planlara vb hususlara sahip olamamalıdır. Örneğin, AOÇ sınırları içinde kalan tüm tesislere girebilmek için ilk önce AOÇ’ye girilmeli, ayrı ayrı ve farklı kurum ya da kişilerin denetimindeki tüm doğrudan girişler iptal edilerek, AOÇ “nizamiye”lerinden sonra dolaylı girişler sistemi oluşturulmalıdır! AOÇ’nin içinden geçen ekspres yollar dışında kalan yollar da AOÇ kapısı olarak değerlendirilmelidir. AOÇ idaresi, sınırları içindeki tüm tesislerin yönetiminde söz sahibi olmalı, bu tesisleri herkese açık hale getirmeli, gelirlerinden pay almalı ve gereken altyapı, güvenlik, temizlik vb hizmetleri verebilmelidir. Kısacası AOÇ idaresi, kendi sınırları içinde herhangi bir idare değil, bir üst idare (asıl sorumlu, karar verici, planlayıcı, yatırımcı) konumunda olabilmelidir.

8. Görüldüğü gibi yapılacak ikinci iş, AOÇ yönetimini, yöneticileri değil, değiştirmek­tir. AOÇ yönetiminin bir bakanlığa ya da bir bakanlıklararası kuruluşa emanet edilmesinin doğru olmadığı anlaşılmıştır. AOÇ yönetimini Başbakanlık, TBMM veya Cumhurbaşkanlığı gibi bakanlıklarüstü bir makama bağlamanında bir çözüm olmayacağı söylenebilir. Galiba en doğru yaklaşım, geniş tabanlı “özerk” ve “özgün” bir kamu proje yönetim modeli (otoritesi), “belediye”lerden farklı bir alt-yerel yönetim, “alan ya da proje yönetimi” oluşturmak doğrultusundadır.

9. Hemen her büyük kamu projesinde, her kamusal alanda karşılaşılan “yönetim” zaafiyeti AOÇ örneğinde de karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz, bu zaafiyet “özel­leştirme” savlarına güç veren bir husustur. Kamu iyi (kârlı) yönetemiyor, o halde: a) satalım/özelleştirelim!!! (hem sorumlu­luktan kurtulmuş hem de gelir elde etmiş oluruz), b)olmazsa, kiralayalım!!!, c) diğer kamu kuruluşlarına tahsis edelim!!(sorum-luluğu diğerlerine devredelim), veya d)özel sektör ile ortaklıklar kuralım (onlar çalışsın, yapsın biz faydalanalım) yaklaşımları kabul edilemez. Kamu, sorumluluğundaki “proje ve/veya alanları” iyi ve doğru yönetmesini bilmek; bilmiyorsa öğrenmek durumundadır. Ormanlarımız, “Milli Park”larımız, “Sulak Alan”larımız, “Sit”lerimiz, Şehitliklerimiz, anıtlarımız, hastahanelerimiz, kültür mer­kezlerimizi en iyi nasıl yöneteceğiz? Bunları satsak satamayız, atsak atamayız; kiralasak da olmaz!!!

Yönetim bir bilimdir. Bu konuda bilgisi olmadan fikri olan yöneticiler ile; her politik rüzgarda baştan sona değişen yönetici kadrolarıyla; gereksiz bürokrasi, genel büt­çeye bağlı proje finansman modelleri, yüklü personel (çoğu torpilli) kadroları, düşük maaşlar, yetersiz teknik donanım, hantal denetim mekanizmaları, battal ihale usulleri vb ile iş yapmak mümkün müdür? Durmadan sözü edilen, şeffaf, güleryüzlü, hızlı, verimli, sonuç alıcı, katılımcı kamu yönetim birimleri nasıl oluşturulacaktır?

10. Böyle bir “kamu otoritesi” oluşturduktan sonra yapılacak işler ise, AOÇ’nin “kimlik” ve “ufuk” sorunlarını aşacak çalışmaları yapmak/ yaptırtmak, AOÇ ana planını hazırlamak/ hazırlatmak, alt-projeleri tanımlamak, gereken kaynakları bulmak, uygulamaları gerçekleştirmek ve AOÇ’ni tek merkezden işletmek/yönetmek olarak sıralanabilir.  

11. Görüldüğü gibi AOÇ’nin önce “mülkiyet”, “yönetim” ve “kaynak” sonra da “kimlik” ve “ufuk” sorunlarını, bu sırayı bozmadan, çözmek gerekmektedir…

12. Kuşkusuz tüm bu sorunları aşabilmek için yeni bir AOÇ yasası hazırlamaktan başka çıkar yol yoktur. Tüm çevrecilere, Atatürkçülere ve Ankaralılara davetiyem budur…

 

Raci Bademli (2004) AOÇ Kimin?, Planlama, n: 2004/3; 89-91. Bu yazı; Atatürkçü Düşünce Vakfı ve TMMOB Orman Mühendisleri Odası tarafından 7 Şubat 2000 tarihinde düzenlenen “Atatürk Orman Çiftliği’nin Dünü Bugünü ve Geleceği” konulu panelde yapıla konuşmadan alınmıştır.