ÇANKAYA, Falih Rıfkı Atay,1968
BİR ŞEHİR YAPMAK
“Bir devlete bir başkent, bir orduya karargâh gibi seçilmez. Devleti idare edenler, nesillerce bu şehirde oturacaklardır. Birçok kültür merkezleri bu şehirlerde yerleşecektir. Şehir ikliminin insan sağlığı ve sinir üstündeki iyi veya kötü tesirleri bütün memlekette duyulur. Bir başkentte, on iki ay çalışabilmelidir. Maaş ve geçim hatırı için ancak “ilişilebilinen” bir şehir, başkentlik vazifesini yapamaz.” (sf.482)
“Mustafa Kemal, Ankara’yı merkez seçmiş değildir. Dediğimiz gibi Ankara’dan çıkmamıştır. Birçok şehir rekabetlerini önlemenin çaresi de bu idi.
Onun için Ankara başkent olabilir mi, olamaz mı? İklimi buna elverişli midir? İleride birkaç yüz bin nüfusu idare edecek su bulunabilecek midir? Bu çıplak toprak bir gün yeşerebilecek midir? Bu sualler sorulmamıştır. İhtisas tetkikleri yapılmamıştır. Aydın bir generalimiz:
-Ankara’nın merkezliği geçici bir şeydir. Sıfırın üstünde medeniyet olmaz. Onun için buraya çok masraf etmemeliyiz, diyordu.
Bir başkası:
-Bir müddet kalırız. Yerleşmeye uğraşırız. Sonunda İstanbul’a gitsek bile, sıkışınca Anadolu’da taşınabilecek bir merkez edinmiş oluruz, diye avunuyordu.
-Bu yüksekliğe kalp dayanmaz. Ankaralı Ermeniler bile ellisine gelince İstanbul’a göçerlermiş, diyenlere rastlıyorduk.
Avrupa’nın başlıca bayındır şehirlerinden biri, Madrid, 655 rakımlıdır: Münih’in rakımı 526’dır. Ankara 907. Sıfırın çok üstünde medeni merkezler daima kurulmuştur. Mesele su bulmakta yaşanabilecek bir iklime kavuşabilmektedir. Ankara, bir yayla şehridir. Lyon Üniversitesi Climatologie Profesörü Piery der ki: ‘Bu iklim, minnet ve meşakkate karşı koyma terbiyesi veren eşsiz bir mekteptir. Buradaki insan, tabiatın asiliği ile savaşmayı ahlak edinmiştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığı ile olduğu kadarı kutup soğukları ile de uyuşabilir. Bu iklim, inisiyatif kabiliyetini ve moral enerjiyi geliştirir.’
Moskova Merkez Biologie ve Climatologie Enstitüsü Profesörlerinden Doktor Aleksandrof da şöyle demiştir: ‘Osmanlı Türklerinin, anayurt iklimlerine hiç benzemeyen çeşitli dünya bölgelerinde asırlarca yaşayabilmeleri ve buraların hususiyetlerine göre nesil üretebilmeleri, işte bir yayla ikliminin nimetlerinden biridir.’
Sakarya, yayla karakterlerinin bir dayanış zaferi idi.
Fakat biz bütün bu bilgileri sonradan ediniyorduk. Bilhassa ilk on yıllık tecrübeler bizi Ankara’ya daha inandırmıştı. Teknik teferruat ile okurlarımı yormak istemiyorum. Bir iki nokta üzerinde durup geçmek istiyorum. Ankara bozkır mıdır? 100 rutubet mikyasına göre 55-75 orta derece sayılmaktadır. Bulutla tam kapalı havayı 10 farz ederseniz, Ankara’nın ortalaması 4,7dir. Bir yılda Ankara havası 115 gün açık, 86 gün kapalı, 164 gün az çok bulutlu geçer. Yıllık yağışın metre-kareye 427 kilograma çıktığı vardır. 220’den aşağı hiç düşmemiştir. Ankara’da bütün mesele ağaçlamada, sıhhi ısıtmada ve iklim hususiyetlerine göre yemektedir. Ankara’da oturanların ağır yemekten sakınmaları lazımdır. Bütün bu meseleler için etütler vardır. Ankara Belediyesinin, hala, neden hepsini bir broşürde toplamamış olmasına şaşıyorum” (sf. 484-485)
ANI – 1 (sf.602-604)
Büyük Batı şehirlerinin hepsinde bahçeli ev semtleri ayrılmıştır. Bu sistem her yuvaya havasını ve gölgesini olduğu yerde verir. Her pencereden güneş girer.
Ankara planında da Yenişehir’in ana cadde arkaları bahçeli evler semti, Çankaya ve Kavaklıdere daha geniş bahçeli villalar semti idi. İmar Komisyonu reisi iken plan disiplininin korunmasına çalışıyordum. Doğrudan doğruya Atatürk ve İnönü ile temas edebildiğim için, bir sürü menfaat çarpışmalarına rağmen, pek zorluk çekmiyorduk.
Bir gün Avusturyalı mütehassıs Örley bana geldi. Atatürk’ün Yenişehir’de Bayan Rukiye için yaptıracağı evin planını tasdik ettiğini söyledikten sonar:
-Biliyorsunuz ki bu mahallelerde dükkân olmayacaktır. Hâlbuki evin projesinde bir dükkân var. Müracaat köşkten olduğu için dokunmadık. Size söylüyorum, dedi.
Akşam Atatürk’e gittiğimde durumu olduğu gibi anlattım:
-Ne demek bu? Bizim keyfimiz için planı mı bozacaksınız? Yarın mütehassısa söyle, projeyi geri alınız ve dükkânı siliniz, dedi.
Öyle de oldu idi.
Fakat kimse durmuyordu. Arsayı veya evi kaç kat ve nasıl bir bina yaptırabileceklerini bilerek almış olanlar, mülklerini gelirlendirmek için plan disiplinini bozmaya uğraşıyorlardı. Bir milletvekili evinin bahçesi önündeki garajı bakkal dükkânına çevirmişti. Uğraştık, kanunların böyle olupbittileri gidermeye elverişli olmadığını gördük. Ondan sonar garajların bahçe gerilerine yaptırılmasına karar verdikti.
Ankara, Yansen planına göre, boş bir toprakta kurulduğu için dünyanın en modern şehri olacaktı. Gerek trafik, gerek oturma bakımından Doğuya değil Batıya da örnek olmak şerefini kazanacaktı. Bir müddet sonar menfaatler birleşerek İmar komisyonu meselesini “kuş” a döndürdüler. Yabancı mütehassısı, maaşını azaltarak, gitmek zorunda bıraktılar. Müdürleri emirlerine aldılar. Çırpındık, çırpındık, planın temellerinden kaymasını önlemeye muvaffak olamadık. Fakat umumi hatlar yine yürürlükte idi.
Hatıra defterimden bu fıkrayı çıkardığım günlerde Ankara’ya gitmiştim. İki yıldan beri görmedim şehrin hali beni ümitsizliğe düşürdü. Plan temellerinden yıkılmıştı. Yenişehir mahalleleri, gecekondu semtleri anarşi içinde idi. İki katlıdan fazla bina yapılmayacak yerlerde sekiz katlı çirkin çirkin kaleler yükseliyordu. Bahçeler silinmişti, irili ufaklı arka sokak dükkânları ile tıkanmıştı.
Ankara’da göz, su arar, yeşillik arar. Bozkırın bu parçasına biraz yeşillik verebilmek için neler çektikti. Bayan Afet’in bir hatırasında vardı: Atatürk, çiftliğin yemiş bahçesi yapılan bir kısmında eski iğde ağacını aramış, sökülüp atıldığını görünce bir yavrusu ölmüş gibi içlenmişti. Bir vatan savaşını ateş içinde nasıl candan gönülden takip ederse, Ankara’nın yeşillenmesini öyle gözlüyordu.
Yenişehir’den Cebeci’ye doğru giden yolun sağında büyük bir fidanlık vardı. Büyüye büyüye o çorak yerde tabii bir park halini almıştı. Bu defa köklerine kadar kazınarak boz bir yapı arsasına çevrildiğini gördüm. Sandım ki, Ankara’dan göçe hazırlanıyoruz. Sonra eski İngiliz Büyükelçisi Sir George Clarck’ın bir sözü hatırıma geldi. Memleketten ayrıldıktan uzun yıllar sonra bir ziyaret için gelmişti. Abdullah Efendi Lokantası’nda yemek yiyorduk:
-Ankara’da idim, dedi, bilir misiniz neye şaştım? Birçok binalar yapmışsınız, yollar açmışsınız. Para ile çimento ile taşla ve demirle hepsi olur. Daha kısa zamanda da olur. Fakat Çankaya’daki eski evimin yerinden bakınca o yeşilliğe hayran oldum. Nasıl yaptınız bu mucizeyi? Şaştığım bu.
Öldü zavallı! Sağ olup şimdi gelerek aynı yerden aynı yerlere baksaydı.
-Gördüğüm mucize değil, bir serapmış! derdi.
Atatürk, çiftlik dağlarının ormanlaşması ile bizzat uğraştı idi. Hemen hemen her ağaçta hakkı vardır.
Nereden birkaç söğüt görse, pikniğe giderdi. Söğütözü pek sevdiği köşelerden biri olmuştur.
Şu küçük fıkra da hatırlanmaya değer. Kendi ağzından dinlemiştim: Bir gün Kurmay Başkanı İsmet Bey’le Diyarbakır çöllerinde atla gidiyorlarmış. Mustafa Kemal demiş ki:
-Çabuk bana bir yeni din bul!
-Ağaç dini… Bir din ki ibadeti ağaç dikmek olsa!
ANI – 2 (sf.606)
Atatürk, Çankaya’da kalmak kararını vermişti. Küçük köşkün arkası bir bozkır parçası idi. Kendisine:
-Satın almaya lüzum yok, bir iki yıl ektirirsiniz, sizin olur, demişlerdi.
Ankaralı köylüler asırlardan beri dokunulmamış toprağı sürüp duruyorlardı. Bir sabah Atatürk dolaşmaya çıkar. Gazi’nin tarlalarını sürdüklerini bilen, fakat kendisini tanımayan köylülerden birinin başucunda durur:
-Kolay gele. Ne ekeceksin bu toprağa?
-Hiç, sür dediler de sürüyoruz.
-Ne biter dersin burada?
Dik dik yüzüne bakar:
-Akıl yok mu sende? Burada ekin olsaydı Ankaralılar bırakır mıydı?
Akşamüstü gülüyor;
-İyi bir ders aldık bugün, diyordu.
O boş topraklar şimdi koruluktur. Anadolu da bunun değerini bilmez.
ANI – 3 (sf.619-620)
Bir defa güney vilayetleri seyahatinden dönmüştü. Bilhassa Dörtyol taraflarını dolaşmıştı. O sevimli toprakların boşluğu gönlüne dokunmuştu. Yanında bulunanlar bize şu sözünü tekrarlıyorlardı:
-Bizim bir kanunumuz vardır, bilirsiniz. Sahipsiz boş bir toprağı ekerseniz sizin olur. Şu ıssız topraklara haberimiz olmadan düşman çıksa, bellese ve ekse, sonra da: “-Sizin kanununuza göre buraları benimdir” dese ne cevap verirsiniz?
Yabancı mütehassısları sayar, onları över, çalışmalarına dokundurmaz, fakat:
-Biz yapamayız! Sözüne olanca varlığı ile isyan edersi. İlk yerli mimarlar yetiştiği zaman bunların en ehliyetsizlerini bile göklere çıkarmıştı.
Yeni devleti kurduğu vakit, bu memleketin yeniçağ tarihinde, en az ve kalitesiz kadro onun elinde idi. Zekâ takımından olanlar da Ankara’ya uğramazlardı. Pek çoğu yeni rejime karşı cephe tutmuşlardı. Kurtuluş devrinde bugünkü bilgi ve ihtisas kadrosunun dörtte birini bulsaydık, Türkiye şimdiye kadar tanınmaz hale gelmiş olurdu. Hiç unutmam, bir gün henüz bir fidan bile dikilmeyen çiftliği dolaşırken yanına rastlayan bir ziraatçımıza sorar:
-Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda?
Ziraatçı sayar:
-Yulaf, pancar, zerzevat, tütün…
Biraz geride kaldığı vakit arkadaşlarından biri der ki:
-Yahu, bu toprakta tütün olur mu?
-Neme lazım! Ben hepsini söyleyeyim de, bazıları olur, bazıları olmaz. Ya bir iki şey söylesem, onlar da olmazsa?
Rahmetli Ziraat Bakanı Sabri, Ziraat Fakültesi’ni kapatarak o bütçe ile Avrupa’ya talebe yollamayı daha ameli bulmuş, sonra da yabancı mütehassıslar eli ile Ankara Ziraat Enstitüsü’nün temellerini atmıştır.
Falih Rıfkı Atay (2010) Çankaya: Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar, Pozitif Yayınları, İstanbul.